Kısa hikayeler arasında yer verdiğimiz bu hikayede Ali adında bir gencin dramatik yaşam öyküsüne tanıklık edeceksiniz. Henüz altı yaşında iken babasını kaybeden Ali, hasta annesine bakmak ve evini geçindirmek için küçük yaşta çalışmaya başlamış temiz kalpli bir gençtir. Annesine çok bağlı olan bu genç, bir gün vahim bir olay yaşayacak ve hayatın sillesini yiyecektir.

Kısa Hikayeler #1

Kısa hikayeler serisinin ilk hikayesi: Hayatın Sillesi.

Hayatın Sillesi

Çalıştığı tekstil fabrikasından çıkmış, evine doğru yola koyulmuştu Ali. Henüz bu fabrikada 2-2,5 aydır çalışmaktaydı; ancak hâlâ çalıştığı yeni işine alışamamıştı, yabancı ve yalnız hissediyordu kendini. Fabrikadan evine her gün yürüyerek giderdi. Kazandığı üç kuruş parayı da dolmuşa binerek çar çur etmek istemezdi. Yine her zamanki gibi mahalle bakkalına uğradı. Selamını verdi ve “Adnan amca, bana iki ekmek.” dedi. Bakkal Adnan, mahallenin tek bakkalıydı ve iyi niyetli, sevecen, yardıma muhtaç olanlara her daim yardım eli uzatan temiz kalpli bir insandı. “Hele otur evlat, bu ne acele? Biraz laflayalım, gidersin” dedi; oradaki tahta iskemleyi Ali’ye uzattı ve biraz sohbet ettikten sonra Ali, ekmeklerini alıp dükkandan ayrıldı.

Evin tek çocuğuydu Ali. Henüz daha altı yaşındayken babasını kaybetmişti. Hayatın sillesini ilk o zaman yemişti. Babasızlığın ne olduğunu daha küçük yaştayken anlamıştı. Annesi Emine Hanım, tam bir Anadolu kadınıydı. Çok severdi eşini ve çocuğunu. Eşi Akif Bey’i kaybedince çok çaresiz hissetmişti kendini, hâlâ onun yokluğunu yüreğinin en derininde taşımakta ve her vakit onu hatırlamaktaydı. Eşinden kalan tek hatırası oğlu Ali’ydi. Evladına hem analık hem babalık yapmıştı. Evini geçindirmek, çocuğuna bakmak için evlere temizliğe giderdi. Ali, büyüyünce ve eli ekmek tutup çalışacak yaşa gelince bırakmıştı artık temizlikçiliği. Artık istese de çalışamazdı ya hani. Kalp hastasıydı. Birkaç hastalık daha peyda olmuştu son zamanlarda çaresiz bedeninde.

Derme çatma evini görünce içine bir huzur dolardı. Derin bir nefes alır ve hafif bir tebessümle kapıyı çalardı Ali. Annesini çok severdi. Belki de ona bugün de kavuşmanın verdiği sevinç, onu bu denli mutlu etmekteydi evine gelince. Annesi onu her zaman güler yüzle karşılar, “Hoş geldin Ali’m” derdi. Bugün de aynısı oldu. Geçip oturdular sofraya, yemeklerini yediler. Ali, daha kapıdayken annesinin yüzünün solgun olduğunu anlamıştı. Yemekten sonra, “Canım anam, solgun gördüm yüzünü, iyisin değil mi?” diye sordu. Annesi son zamanlarda çok bitkin hissediyordu kendini. “İyiyim Ali’m, biraz yorgun düştüm herhalde ondan olacak yüzümün solgunluğu.” diye cevapladı oğlunun sorusunu. Kolunu kaldıracak hâli bile yoktu. Oğlu üzülmesin diye anlatmazdı derdini. Oysaki çok hastaydı. Oğlu bir ara işteyken kent hastanesine gitmişti Emine Hanım. Doktor hastalığının verem olduğunu, çok az bir vaktinin kaldığını söylemişti ona. O an aklına yalnızca canından çok sevdiği evladı Ali gelmişti.

Emine Hanım, sanki son gecesini oğluyla yaşayacakmış hissine kapılmıştı bir anda. Kalktı ve oğluna sımsıkı sarıldı. Ağlamak istemedi ama o anda gözünden iki damla yaş aktı, yanaklarından süzülüverdi. Oğluna belli etmek istemese de Ali anladı ağladığını. “Neden ağlıyorsun annem, neyin var? Ne olur anlat hadi, biliyorum bir şeylere canın sıkılmış. Hem yüzünün solgun oluşundan da belli bir şeyin var.” dedi. Emine Hanım, “Oğlum, hani olur da bana bir gün bir şey olursa kendine iyi bak olur mu? Olur ya insanız bugün varız, yarın yokuz; ne olacağımız belli değil.” dedi. “Ağzından yel alsın annem neden böyle kötü konuşursun, çok güzel günler göreceğiz. Hem seni bu damı akan eski evden de kurtaracağım, güzel bir ev alacağım sana. Çok mutlu günlerimiz olacak.” dedi. Sanki ayrılacak ve bir daha kavuşamayacakmışcasına baktı ana-oğul birbirlerine.

Sabah olduğunda işe doğru yola koyulmuştu. Aklında yalnızca garip anası vardı. Akşamı iple çekiyordu. Gidip annesini görecek ve ona bir kez daha sımsıkı sarılacaktı. Nefes alamıyor gibiydi, boğazı düğümleniyordu, yutkunamıyordu.

Nihayet akşam oldu ve işten çıktı. Hızlı adımlarla evine doğru yol aldı. Bir süre sonra evine varmıştı. Evin kapısı hafif aralıktı. Kapıyı hafif araladığında annesinin yerde yatmakta olduğunu gördü. Çok korkmuştu. Annesinin yanına koştu. “Uyan canım annem, iyi misin? Kalk ne olur?” diye bağırdı. Yüreğinden dökülen yaşlar kor gibi yaktı her yeri. Ama uyanmadı annesi. Vücudunun soğuk ve cansız oluşundan anlamıştı annesinin yaşamını yitirdiğini. O an dünyası bir kez daha başına yıkıldı. Tek tutunacak dalı annesi de bu dünyadan göçüp gitmişti. Hayatın sillesini bir kez daha hem de daha vahim şekilde yemişti Ali. Annesini toprağa verdikten sonra yaşadığı yerden ve çalıştığı işten ayrıldı; bir daha kimse kendisinden haber alamadı.

Murat ÖZANGİR – Ağustos 2019

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz